Blogda Ara

12 Şubat 2014

HAPI YUTMAK İSTEMİYORSANIZ

Bir filim vardı. Hatırlar mısınız bilmem. Aslında sanal dünyada, yanılsamalar içerisinde yaşayan filmin kahramanına iki tane hap sunulur.

Kendi seçimi ile yuttuğu hap sanal alemden, yanılsamalardan gerçek dünyaya kahramanı taşır. Yayınlandığı dönemde çok yankı uyandırmış bir sinema filimi idi. ‘Matrix’

Bende işte öyle bir hap yuttum. Hapı kimse sunmadı. Kendi kendime seçtim.

90’lı yıllardaydı. Trabzon’da bir turizm acentesinde elime bileti aldığımda hapı yutmuştum. 

Daha o zamanlar henüz bu filim çekilmemişti. Dolayısıyla o günlerde böyle bir tanımlama yapamamıştım. Hapı yuttuğumu ise Şaçe (Soçi)de anlamıştım. 

Dernekçiydim. Derneklerin içinde idim. Çıkarttıkları gazetelerde dergilerde yazıyor çiziyor, düzenledikleri gecelerde çalışıyordum. Hava hoş o zamanlarda da dernek çalışmalarının yeterli olamadığının farkındaydım. 

Bana benzeyen veya benzediğim desem de doğru, arkadaşlarla birlikte dernek vasıtası ile söylenmesi sakıncalı olacak şeyleri daha rahat söyleyebileceğimiz platformlar arıyorduk.  Dernekler en örgütlü temsilciliklerimizdi bizim için. 

Ulusumuz, uluslarımız için söylenmesi gereken yapılması gereken bazı şeyleri (ki bizce bunlar çok önemli ve acil idiler) dernek dışında söyleyerek derneğe ve dolayısıyla ulusumuza, uluslarımıza zarar getirmeden yapmanın gerekliliğine inanıyorduk. “Marje” dergisi böyle doğmuştu. 

Dedim ya dernekçiydik. Söylenmesi yapılması gerekenleri dernek dışında, derneği bir şekilde koruyarak yapmağa çalışıyorduk. 

İşte o günlerde de uyanmak gerekiyormuş ama derneğe bağlılık bizim gözümüzü kapatmıştı. 

Uyanamadık, uyanamadım. 

Zorla Çerkesce dergi çıkartmak için izin almıştık. 

İşin doğrusu, ben hukukçu falan değilim ama devletin bize Çerkesce dergi çıkartma izni vermesinin hukuken o tarihlerde de Çerkesce yayın yapmanın müsait olduğunun kanıtı sayıyorum.

Zorla dedim ama bakmayın; yalan atıyorum. Hiç bir zorlukla karşılaşmamıştık. 

Ne yayın yönetmenimiz tutuklandı, ne yazı işlerine baskınlar düzenlendi nede birimiz coplandı diğerimiz saçlarından tutulup yerlerde sürüklendi. Bir hafta on gün evrak peşinde koşuldu, belki de bir ay. 

Ben evrak peşinde koşanlar arasında değildim. Ama onlarında emniyette falan coplanmadıklarını çok iyi biliyorum. 

Derneklere zarar getirmeden biz üç-beş kişi yasal olarak haklarımızın peşine düşmüştük. 

Yine de çok dernekçiydik.

Türkiye’de resmen yasal izin alınarak Çerkesce yayın yapılabileceği bilgisini dalgalandıramadık.

Derneklerin (sebebi çok ta belli olmayan bir şekilde tamamının) pasif davrandığını ve davranmamaları gerektiğini söyleyemeyecek kadar derneklere bağlıydık. 

Dernekleri bir araya getirecek yapının peşinde en yoğun olarak çalışıldığı dönemdi.

Ankara’da bir dernek açılacaktı. Merkezi dernek ve ardından diğer bölgelerde şubeler veya var olan şubelerin bu derneğe katılması ile bir yapı oluşturulacaktı. İsim koyma aşamasında idi. 

Biz bir kaç kişi bu derneğin isminin Çerkes derneği olmasını istediğimizi belirtmiştik bu toplantıda. 

Sesimiz cılızdı, utanıyorduk, gençtik (hala da genciz ya). 

Derneklere çok inanıyorduk, çok bağlıydık. 

Dernek başkanı ile röportaj yaparken ‘-Başkanım, başkanımız.’ diyerek hitap ediyorduk. 

Sanki bir devletin başkanıymışçasına. Çok dernekçiydik. Dernekçi olmamızda hata değildi. Hata, derneklerimizin olması gerektiği gibi olmamasıydı.

Uyanmadık, uyanamadık. 

Çok dernekçiydik, Daha doğrusu ben çok dernekçi idim. ‘Kafkasya’ya gitmenin tam zamanı, Kafkasya’da şimdi olmayacaksak ne zaman olacağız, olmamız gerekir.’ diyerek o günlerde kararımı çoktan vermiştim. 

Dernekten, Kafkas-Abhaz Komitesinden; Kafkasya’ya ulaştığımda kiminle nasıl nerede görüşmem gerektiğini neler yapmam gerektiğini öğrenmiştim. 

Bir bozuk para vardı elimde; birde Trabzon’a giderken yolda en az elli defa çıkartıp baktığım, üzerinde telefon numarası yazılı bir kağıt vardı.

Şaçe (Soçi)de gemiden inince önüme çıkan yoldan direk 200 metre kadar dümdüz gidecektim.

Orada bir otelin önünde telefon kulübesi görecek ve elimdeki bu bozuk para ile kağıtta yazılı olan numarayı arayacaktım. 

Görevli arkadaşlar bana ulaşacaklardı. Aynı filimlerdeki gibi. 

Birazda saftım ben. Koca Kafkas-Abhaz Komitesi, koca Ankara Derneği...   

Oteli bulmuştum bulmasına ama önünde telefon kulübesi falan yoktu. 

Yolun iki tarafında banklar vardı. Oturup düşünürken, işte o zaman ‘hapı yuttum’ diye aklıma gelmişti. Bu deyimin; daha sonraki yıllarda çekilecek olan Matrix filmindeki anlamını o zaman bilmiyordum.

Türkçedeki eskiden beri bilinen anlamı ile ‘hapı yuttum’ demiştim kendi kendime.

Soçi’de uyandım ben, Soçi’ye gelmeseydim belki de hiç uyanamayacaktım. 

Dedim ya ben biraz da safımdır.

Sonradan öğrendim. Gerçektende Soçi’de bu işler ile ilgilenen Abhazya devletinin bir temsilcisi vardı. 

Telefon edebilsem temsilci ile görüşebilecekmişim. Ama bana verilen telefon numarası da yanlışmış (bir rakam eksikmiş) buda sorumsuzluğun başka bir yönü. 

Temsilci ise Türkçe bilmeyen yerli bir Abhaz imiş, numara doğru olsa da anlaşamayacakmışız. Tabii bende de hata yok değil. 

Neden bir Adıge olmama rağmen Abhazca bilmiyordum ki!?    

Türkiye’de iken, derneklerin (lüzumsuz temkinlilik de denilebilecek) pasif yapısını fark etmiştim. 

Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisindeki işlerle alakalı olarak böyle bir (temkinlilik) pasifliğin gerekli olabileceğini sanıyordum her halde. 

Böyle bir sanılgım olmasa örgütlü olmadan derneklere zarar getirmeden kendimizi öne attığımız Marje grubunda yer almazdım. 

Öne atıldığımızda da çekinilecek bir şeyin olmadığını görmüştük. O da işin bir başka yönü. 

Kafkasya ile alakalı işlerin, bu taraftaki ayağının devlet olması hasebiyle daha düzenli olduğunu sanmam ise tamamen benim saflığımdı. 

Devlet var olmasına vardı ama o devletle ilişki kuracak olan yapı yine de o dernekti...

***

Aradan en az bir 15-20 yıl geçti. 

Köprülerin altından çok sular aktı. 

Ülkeler değişti, sınırlar yeniden çizildi yeni devletler oluştu. Her iki taraftaki devletler demokrasi yolunda çok ilerlediler. 

Ben de değiştim. Hapı yuttum yaa artık uyandım. Saflık konusuna gelince... Onu da bilmiyorum artık.

Günümüzde Türkiye’de koskocaman bir federasyonumuz var. Bu gün Türkiye cumhurbaşkanı ile görüşmeler yapıyor, dün iktidar partisine yarında muhalefet partisine brifing veriyor. 

Uluslararası konular ise çok farklı değil. 

Avrupa birliği temsilcileri ile yapılan görüşmeden önce Rusya dış işleri bakanı ile sohbet yapılıyor, konsolosu ile yemek yeniliyor Ürdün kralının davetine katılma konusu gündeme giremeyecek kadar ufak bir mevzu zaten....


Abhazya artık dünyada tanınmağa başlamış bir devlet. 

Kabardey-Balkar ve Karaçay-Çerkes ekonomik atılımları ile dikkat çekiyor. Adıgey ise muhtar bölgeden cumhuriyete dönüşen yapısı içerisinde yurtdışındaki soydaşları ile ilgili bakanlık kadar forsu ve yetkisi olan komitesi ile önümüzde.

Arkadaşlar inanmayın. 

Tavsiye ediyorum, sizde benim yuttuğum haptan yutun. 

Hem erkenden yutun. Soçi’ye kadar gelip bir bankın üstünde ne yapacağınızı bilmeden uyanmak hiç hoş olmuyor. 

İşte öyle... 

Arkadaşlar bizim olmamamızın sebebi, çok uzakta kremlinde veya Çankaya köşkünde olduğu kadar da kendi içimizde. 

Nedenini niçinini bilmediğim bir şekilde özverili ve vatansever insanların nasıl olurda ortamın müsait olmasına rağmen çalışan bir yapı, saat gibi işleyen her parçası diğerini tamamlayan bir sistem kuramazlar anlayamıyorum. 

İşte bu yüzden yukarıda da defalarca söylediğim gibi ben safım. Anlayamıyorum.

Açumıj Hilmi Özen