Blogda Ara

30 Nisan 2014

KOCA ABDZEH AVCI - Çeraşe Tembot

1

Boletıko Beyleri arasında çok sayıda Cambolet isminde bey vardı. Fakat bizim bahsedeceğimiz Cambolet, Kırım hanı’nın nüfuzlu ve üç Nogay uruğuna da hakim olduğu, Karadeniz sahilinde kesif  hakim olduğu döneme kökeni uzanan eski Boletıko beylerindendi.

Bu Cambolet beyin döneminde, Abdzah’de Ğuç’ıps isimli iyi namlı bir adamın yaşadığı da anlatılıyor.

Onun istihbarı nakledilip, medhusenası uzaklarda dahi işitilirdi.  Adı, alamet atıcılığı-nişancılığı ile  anılıyordu.

Gerçekten, Abdzahların arasında çok sayıda atıcı-nişancı vardı.

İnsanlar arasında ‘Abdzah hedef vurucu, Şapsığ kılıçla kesendir’ sözü yaygındı.

Fakat bu Ğuçıps atıcılığı-nişancılığı ile Abdzahe’de dahi hayret uyandırırdı; ‘Tüfeğinin namlusunu yönlendirdiği hedefe denk getirmediği çıkmadı’ derlerdi.

 Nişancılığının yanısıra, erliği ile incancıllığıyla yetişilemez, isabetli kelimeleri verdiği sözü gerçekleştirmesi ile de namı yaygındı.

Ne ise de Ğuçıps Abdzahe’de saygı gösterilen, sözü geçerli idi.

Bu Ğuçıpsın namı Çemguye’lere de ulaşmasa olmazdı – Abdzahya ile Çemguyya toprakları birbirleri ile sınırdaştı, – Cambolet bey de (O’nun hakkında söylenenleri) duyuyordu.   

O’nunla alakalı olarak Çombolet’in kendisinin de konuşmalarında sıkça (insanlara duyururcasına) ; ‘Ben en çok Ğuçıpsın, misafirliğini, yakınlığını istiyorum’  dediğini söylüyorlar.

Cambolet Beyin bu şekilde koca Abdzah Avcısının yakınları arasında yer almasını arzuladığını söyleyerek, konuşmalarında duyurmasında gizli bir fikri de vardı.

Çemguyeler Çerkesya’da düşmanın en kolay el atabildiği-uzandığı yerde yaşıyorlardı.

Önceleri çekirge sürüsü gibi Moğol ordularının uğrak yeriyken daha sonraları, Kırım Hanı ve Nogay hanlarının azgın atlar misali bulundukları bozkıra  açılan arazide yaşıyorlardı, onların önünde istihkam namına sadece Labe (nehri) vardı.

Bizim bahsettiğimiz dönemde Labe’den, Pşıze (Kuban nehri)nin diğer yakasından Don (nehrine) kadar Kuban  Nogay Uruğu yaşıyordu.

Onun da ardında Don ve Dinyeper  (nehirleri) arasında Cambulak Nogay Uruğu yaşıyordu.

Bu uruğlar Kırım hanlığına bağlıydı.

Gerçekten de, Labe ve Pşıze (Kuban nehirleri) arasında yaşayan Nogaylar, komşular arasında adet olduğu üzere, Çerkeslerle gidişip gelişiyorlardı, Çerkes geleneği ve kıyafetlerini de oldukça yoğun (bir şekilde) almışlardı, (bu yüzden)  düşmanca-ordularla (Çerkeslere) saldırmalarından korkulmazdı. 

Fakat daha uzakta (bulunan) Nogayların orduları gelmeye başladığında, Labe bölgesi Nogayları arasından hiç bir engele takılmadan geçebiliyorlardı.

Bu bozkırdan gelen yağmacı orduların ilk uşabildikleri yerde Çemguyeler yaşıyorlardı.

Bu şekilde düşman orduları geldiğinde, kötü günler bastırdığında, Çemguye Beylerinin yardım için güvenecekleri (kimse de) yoktu.

Adıge toplumlarından daha güçlü olanlarından Bjeduğlar komşularıydı.

Fakat Bjeduğ beyleri, beylerin geleneği olduğu üzere, Boletıkolarla rekabet ediyor, hinlikte bulunuyor, Çemguye beyleri düşman tarafından yağmalanıp güçsüz kalırlarsa, üzüleceklerine memnun kalıyorlardı.

Bundan da öte, Çemguyede bulunan Boletıkolardan türemiş, kendi soydaşları olan, birer köye hakim küçük beylikler de birbirlerini yiyiyorlardı ayrıca kendi aralarında hadia içerisindeydiler – onlarda da beylerdeki o zalimane anane vardı, onlar da ivedilikle yardım beklemek için güvenilir değillerdi.

Çerkes ulusunun başına gelecek olanla ilgilenmeden her biri daha çok kendi başını, kendi beyliğini düşünüyordu.

Çerkes ulusu bir felaketle karşılaştığında, toplum ayrımı yapmadan, yardım ulaştırma geleneğine sahip olanlar Şapsığlar ve Abdzahlardı.

Beyleri olmadan, halkın kendi kavrama yetisi üzerine memleketlerinin işlerini yürütenler bu en büyük iki Adıge memleketiydi.

Fakat, Çemguyelere Şapsığların yardımı ters kalıyordu – Bjeduğ Beyleri aralarındaydı.

Çemguye beylerinin, bu minval üzere, kötü günlerle karşılaştıklarında, yardımlarına güvenebilecekleri sadece Abdzahlardı.

Bunun bilaheresindeyse Abdzahlar en büyük ve  güçlü toplumdular.

Dara düşüldüğünde (darda kalındığında), Abdzahya gerek süvari gerek piyade askeri olmak üzere 30 bin kişi çıkartabiliyordu.

Çemguy beylerinin Abdzahyayı  ele geçirmeye veya idareleri altına almaya güçleri yetmiyordu, yapabildikleri, o da olursa; Abdzahleri kendilerine yakın (dost-akraba) kılmaktı.

Çemguy beyleri daima Abdzahları (kendilerine) yakın kılıcı olanakların arayışı içindeydiler.

Abdzahlar Çerkesler bir felakete uğradıklarında, beylerin elinde olsalar bile yardımcı olurken başka hususlarda Beylerle ilişkilerinin olmasını arzulamaz onlara hasımlık ederlerdi.

Zalim beylerin aşırılık gösterdiği insanlardan az sayılmayacak kadarı başlarını kurtarmak için Abdzahlara sığınırlardı.

Onlarla yakınlık kurmak için Çemguy soyluları  Abdzahlardan p’ur  edinmek için çok uğraş vermeye başladılar. (Abdzahlar da onlara p’ur) vermediler.

Çemguyların kendileri Abdzahlara p’ur vermek istediklerini söyleseler de, onlardan da almadılar.

Nasıl bir olanak aradıysalar da Abdzahları kazanamıyorlardı.

Böylesi fikirlere sahip olan Boletıko beyzadesi, Ayteçıko Aslanbeç’in bir Abdzahe kızı ile flört etmeğe çalıştığı da anlatılır.

Bu genç kız, Hıdıc’da yaşayan, ‘iyi bir kız’ namı ile anılan Çetavo’ların kızı Hesas’dı.

Beyzade, gerçekten flört etmeğe başlayıca, genç kız şöyle yanıtladı;

- Sen ciddiysen, ben de gerçeği söyleyeyim; sana varmayacağım.

Fahir beyzade buna çok hayret etti.

İyice hayret etmiş bir şekilde; ‘-Neden bana varmayacakmışsın ki?’ (diye) sordu.

Genç kız; ‘Benim sana varmama sebebim, sana ben uygun gelmem, sen de bana koca olmazsın’ dedi.

Bana koca olacak olan; tüfeği ile kazmasını bir arada taşıyıp çapa yapmaya giden, savaş veyvalası koptuğunda, kazmasını bırakıp savaş gidip, dudakları barut dumanıyla kararmış şekilde geri dönüp ürünün başına geçen birisidir. Bana koca olacak böyle birisidir.

Bununla alakalı olarak türküye de şöyle konuldu;

Хъыдыжъы чапэр зэлъыогъэнэф.
Hıdıc yamacını (sen) aydınlatıyorsun.

Дотэ нэфыр бгъэукIытэжьыгъ, Хьэсэсэ дах.
Sayın[1] Dote’yi de utandırdın, güzel Hesas.

Boletıko Cambolet’in ünlü Abdzah avcısına dair konuşmalarına sokuşturduğu şeylerin ardında da işte bu gizli fikir (hep) vardı.

Cambolet Bey ‘Ğuçıps’e  Abdzahya’da saygı duyuluyor, sözleri ise Abdzahlara münasip geliyor. Kendi sözüne de değer veriyor, yerine getiriyor, insanlık denilen şeye yapışmış olanlardan. Böyle olunca, kendine yakın kılıp hediyeyle onu ikna edip, başına kötü günler geldiğinde, zor duruma düştüğünde, Abdzahya’dan yardım ulaştıracağına da güvenebilirsin’ gibi zeheplere sahipti.  

Dünya böyle dönerken, Cambolet Bey’in bir gün geleceğini düşündüpü kötü günler de önüne geldi.

Gelen ise, Labe( nehri)nin yakınlarındaki kendisinin de yaşadığı Ferze (nehrinin)  kıyısındaki kasabanın önündeydi.

Sonbaharın ilk zamanlarından bir sabah, şafak alacakaranlığında, büyük bir Nogay ordusu Labe (nehrini) aşıp, Camboletin kasabasının önüne konuçlandı.

Gün ağırımı sıralarında Noğay ordusu komutanı serasker’in elçileri de geldiler; üç kişi, dördüncüsü ise Çerkesce bilen tercüman.

Seraskerin Boletıko beyine verdiği ültimatom; ‘yüz delikanlı, yüz de genç kız, bin at ile bir o kadar sığır. Akşama kadar bunları vermediğinde köyünü yağmalayacaklar. Bunun yanısıra savaşarak karşılık vermek üzere hazırlandığını anlarlarsa akşama kadar da beklemeyecekler – köye saldıracaklar’

Nogay elçilerle konuşurken Cambolet’in baykolları da  (yeni) bilgiler ulaştırdılar; köyden bazıları kendi kendilerine acilen atlanıp komşu köylere bilgi ulaştırmak için yollandılar. Fakat yollanan herkes geri döndü – bütün yol ayrımlarını Nogay süvari grupları tutmuş, gelenleri içeriye salıyor çıkmak isteyenlere müsaade etmiyorlar.

Cambolet  büyük telaşe kapıldı.

Uzaktan gözlemlediği Nogay ordusu  ile kendisinin toplayabileceği orduyu kıyaslayıp, hiç bir şekilde onlara karşı duramayacağını gördü.

Silahlı baykollarının  sayısı çok değil.

Çemguyya’da kalan fekhol’lerin sayısı da çok olmuyor, Bjeduğya gibi değil.

Beyler için fekhol’lerin sayısının az olması daha rahat, işte bu yüzden Cambolette fekhol’leri köleleştirmek için uğraşıyordu.

Fakat zorlu bir savaş olduğunda en keskin-sert savaşçılar fekhol’lerdi.

Şimdiyse fekhol’leri azdı ve ellerinde de kayda değer silah yoktu – Cambolet Bey fekhol’lerin elinde silah bulunmamasına özenle dikkat ediyordu.

Elindeki insanlarının çoğu köle.

Onlar silah bulundurma özgürlüğüne sahip değillerdi, hımm, aralarında bazılarında avlanmak için gizlice-çalarak edindikleri birer-ikişer yay ve tebere (ufak ağızlı bir nevi baltaya) sahip olanları da vardı.

Bunun yanısıra Çemguy memleketi sahip olduğu gücü göstererek ayaklanabilse bile, birer-ikişer köye hakim Bey-ayanlar birbirleri ile hasımlık güdüyor diş biliyorlar –  onların dayanışıp birlikte savaşmalarını sağlamak daha da zor, herkes (her şeyi) kendi tarafına çekmeye çalışır.

Bunların arasında sert davrandığı, kötülük ettikleri de var – kötü günlerde onların yardımcı olacağına güvenmek de zor.

Bjeduğ beylerine haber verme olanağına sahip olsaydı bile, onlara da çabucak yardıma gelecekleri konusunda güvenilmezdi, gelseler de, gecikip, köyü yenildikten sonra anca ulaşırlardı – onların hadialıkları böyleydi.

Bunun yanısıra Nogaylar Bjeduğ beyleri ile Cambolet beyin birbirlerine en kin güdüp aralarının soğuk olduğu döneme denk getirdiler. – Onlar, içinde bulunduğu her türlü duruma vakıf olarak bu zamanı seçmiş olmalılar.  

Ona kalan tek çıkış yolu (ise)– Nogayların istediği ganimeti-haracı  onlara vermesiydi.

Öyle olmasına rağmen, bu kadar insanı, delikanlı ve kızları verecek olursa....

At ve mal (sığır) işten bile değil, bunlara (insanları) ikna etmek çok zor olmaz.

Fakat (onlardan) çocuklarını ve kızlarını alacak olursan....

Şimdilik Beylerinin söyleyeceklerini, bir çıkış yolu bulmasını bekliyorlar.

Fakat çocukları ve kızlarını ellerinden almaya başlarlarsa .....

Beylerinin lafını takmadan, kendileri ayaklanıp, herkes kendi bahçesinde savşmaya başlar.

Cambolet dar durumda, zor düşünülesi bir hale düştü.

Öyle yapsa da, başka türlü yapsa da, köyü yok oluyor hatta kendisi bile ölebilir. Ne yapabilir, nasıl bir imkan (bulabilir ki) ?!

Cambolet Nogay elçilerin konuşmalarından-davranış şekillerinden, ordularından sıkıntı duymamacasına dumanı tüten ateşler yakmalarından anladıki; Nogaylar da savaşmaya çok hevesli değiller, ganimet-haraç istiyorlar, elde ettiklerinde ayrılıp gidecekler.

Ordularının gücü karşısında (onları) dize getirip, istedikleri haracı-ganimeti savaşmadan vereceklerine güveniyorlar.

Bunun üzerine Camboletin aklına, nasıl bir bahene bulursa bulsun,  ne gibi bir tutanak elde ederse etsin, yalvaracaksa da yakaracaksa da, müzakereyi, iddialaşmayı uzatabildiği kadar uzatacak, kim bilir, bir yeni çıkış yolu da belki bulur belki de  hiç beklemediği bir yardımda kendisine ulaşır...

Bu fikirle, elçileri gözboyayıcı bir konuksama ile karşıladı, kendini tatlı dilli ricacı kılıp, yarın sabaha kadar süre vermeleri için rica-minnet etti.

Saldırışma olmaması için, insanlara durumu kavratabilmek gerekir gibi bahaneleri de ilave edip Elçilere bunun uygunluğunu kabul ettirerek seraskere söylemeleri için uğurladı.

Nasıl olduysa da, Nogay ordusu komutanları yarın sabaha kadar süre tanımayı kabul ettiler.

Cambolet danıştığı yaşlı baykolları  toplayıp (onlarla) konuştu.

Fakat onlar da bir çıkış yolu gösteremediler.

Söyleyebildikleri tek şey; nasıl olursa olsun, bir kaç kişinin gece karanlığından istifade ederek nogayların arasından sızdırılıp Çemguy köylerine haber ulaştırılması oldu.

O an Cambolet’in aklına Abdzah Ğuçıps geldi.

Aklına gelen düşünceler; ‘Kim bilir, denildiği gibi iyi bir yiğitse, Abdzahya’dan bana yardım ulaştırması da mümkündür. Abdzaheler isterlerse hemen ayaklanıp sefere çıkma adetine sahipler...’ gibiydi.

Ğuçıpsın yanına da bir kişi göndermeye karar verdi.

Fekhol’ birisi ile Abdzaheler (belki) daha iyi anlaşırlar diyerek uyanık bir fekhol’ delikanlısını Abdzahe yolladı.

2

Camboletin görevlendirdiği fekhol’ delikanlısı gündoğumu alacakaranlığında insanların en durgun olduğu zamanda yollandı.

Atının toynaklarını keçe ile bağlayıp, atıda yedeğine alıp orman patika yol ayrımlarında nasıl olduysa da Nogay nöbetçiler farkına varmadan onların arasından geçip yollandı.

Delikanlı Abdzahyaya hiç gitmemişti.

Mıyekuape’nin üst tarafında Mamhığların arazilerini geçmemişti.

Delikanlı ardında bıraktığı büyük sıkıntıyla yüreğini ateş basmış bir şekilde araba yollarından adeta çalınmış patikalardan yolunu kısaltmaya çalışarak gidiyordu.

Gideceği yeri de doğru-dürüst bilmiyordu – Abdzahyayı bilenlere sorduğunda, ona şunları söyleyebilmişlerdi; Ğuçıps denilen kişinin Kuşı deresi vadisinde yaşadığını duymuşlar, yaşadığı köyün adını bilmiyorlar. 

Mamhığların arazisini geride bırakıp, Şhaguaşe (nehri) kıyısını izleyerek tırmanacaksın. Kocehu’dan geçeceksin, Dahe deresinden de geçeceksin. Hımm, daha sonra, Kuşı deresine ulaştığında, bulması zor olmaz – Ğuçıpsın nerede yaşadığını hangi Abdzah’a sorsan söyler.

Elçi delikanlı Mamhığ arazisini geçene kadar atı olabildiğince yorga yorga sürdü.

Fakat burayı geçtikten sonra sırtlık-bayırlıklara ulaştığında gidişi daha zor olmaya başladı.

Ufak derelerin (yoğun) avlaklarında, dar sırtların vadilerindeki yollarda zorlanıp, dolanık uzak yollardan Şhaguaşe (kıyılarına) yeniden varıyordu.

Dik yamaçlardan geçmesi gereken yerlere rastlıyor bu yarlıklarda atı yedeğine alması da gerekiyordu.

Delikanlı Abdzahe memleketinin içine daha da girdiğinde dahada hayret ediceği şeyleri görmeye başladı.

Yaşam- hayat şekilleri kendi memleketleri gibi değildi.

Her şeyden önce kendi yaşamlarına benzemeyen şey Abdzah köylerinin iskan şekli idi.

Dağlarda bu kadar köyün var olduğunu ummuyordu.

(Köylerin) çoğu ufak derelerin kenarıda, uzun-dar bir şekilde uzanıyor, dere vadisinin genişlediği arazinin düz olduğı yerlerde adeta atılmış bir düğüm gibi genişliyor daha sonra köyün bitişine doğru ip gibi daralıp uzayıp bitiyorlar.

Yamaçlardaki büyük alçaltı vadilerinde tamamen dolu bir şekilde yer alan birer-ikişer köylere de denk geliniyor.

İşledikleri topraklar da, dar araziler, sırtların yamaçları, derelerin dar vadileri.

Delikanlının en çok hayret ettiği şeyler ise Abdzahya’da yetiştirilen ağacın çokluğu – bu kadar çok meyva yiyebileceklerine ise inanamıyor.

Çemguy memleketinde ağaca değer veririp ilgilenmiyorlar...

Denk geldiği insanların çoğu yaya. Öküz arabası da oldukça çok. Fakat süvariler az, tek-tük.

Atları da yok değil, çok sayıda yaylak at sürüsü görüyor, atlı olmaktan neden haz etmediklerini ise bilmiyor.

Abdzahya’nın araba yolu çok değildi, daha çok var olan yollar ise yaya yollarıydı.

Çemguyyada evlerin çatılarına örtülen yamuk ot (demetleri) gibi, yaya patikaları tüm sırtları kaplıyormuşcasınaydı.

Bu patikaların nerelere uzandığını Abdzahların kendilerinden başka insanlar bilemezdi.

Çemguy delikanlısının en hayret verici bulduğu şey ise, dik yamaçlardaki patikalardan Abdzahlarin iniş şekliydi; En dik yamaçsa dahi, düşerim yuvarlanırım diyerek korkmadan serbest bir şekilde iniyorlardı.

Delikanlı, iyice ezilmiş patikalardan nasıl kaymadıklarını anlamadan, çokça onları izledi.

Daha sonra gördüki, altı kösele olan mesh ayakkabıların tabanlarına deriden çapraz şeritler çakılmış.

Böyle olmasına rağmen, ayakkabıların tabanına ne çakmışlarsa da, onların yamaçlardan inme şekilleri karşısında hayrete düşmemek elde değildi.

Abdzahların yamaçlardan çabuk inmelerinin yanısıra düz arazide gidişleri de bir başka şekilde olduğunu delikanlı farketti; bir şeye meyillendiklerinde, bedenleri öne yönelmiş-eğilmiş, sanki kendi ağırlıklarını ileriye taşıttırıyorlarmışcasına, arkalarından koşup yetişememecesine, binek-koşu atı misali, sürüklenircesine hızlı gidiyorlardı.

Delikanlı Abdzah piyade ordusunun hızlı yürüdüğü havadisini işitmişti, fakat şimdi ilk defa aleni olarak görmüştü, çokta hayret ediyordu.

Abdzahe piyadesinin kısayoldan patikalardan yolunu kestirmeye alıp süvariden önce ulaşmak istediği yere varacağına şimdi kanaat getirmişti.

Şimdi neden daha çok yayaya rastladığını, patikalarında neden bu kadar çok olduğunu anlamıştı.

Kendisi atlı olduğu için boşu-boşuna fazladan dolambaçlı yol geçtiğini de farketmişti.

Dağa daha da tırmandıkça, ormanlarda değişiyor, Çemguyde yetişmeyen ağaç çeşitlerine rastlıyordu.

Önce büyük gürgen ormanlarına ulaştı – ağaçların kabukları dışbudak kabuğuna benzer şekildeki ağaçların üst dalları gökyüzünü kaplıyor, altları gidilmesi kolay temiz ormanaltı.

Daha da tırmandığında (kara-sarı) çamlar, köknarlar, huş ağaçları[2] hakim olmaya başladı

Dağ sırtlarına daha yakınlaştığında, kendi memleketlerinde sonbaharın sonlarında olduğu gibi, ormanlarda ateşten alavlar misali sarı-kızıl yaprakların dağıldığını görmeye başladı – buraya mevsimlerden sonbaharın sonu ulaşmış.

İlk defa gördüğü bütün şeyleri farkedip, hayrete düşerken yüreğini kaplayan zor durumu da hiç unutmadan, o gördüğü ilginç şeylere gönlünce bakmaya da önem vermeden atını olabildiğince salmış gidiyordu.

Buna rağmen yüksek sırtlardan-yamaçlardan dolanırken hiç görmediği güzel olağan ötesi güzel dağ panoraması önünde uzandığında köylerinin düştüğü zor durumu da unutup, gördüğü fantastik manzara  karşısında donup kalıp bir müddet durduğu da oluyordu.

Bu düştüğü yerler ne kadar ilginçdiyse de, sonra sonraları yar-yamaç etekleri kendisini usandırmaya da başlamış gibiydi.

(Dağ) sırtları (arasında) sıkılıyormuşcasına, bitmez tükenmez yamaç vadileri kendisine daha da daralıyormuş gibi, hangi yöne baksa biteviye sırt-yarlar önüne dikilip gözünü daha ileriye bakamaz kılıyordu, her taraf tamamen ya yükselti ya da alçaltıydı.

Bakmasına engel olucu bir şey olmadan önlerinde engin (bir şekilde uzanan) kendi ovalarına özlem duymaya başlayan şeyler aklına düşmeye başladığında, delikanlı Kuşı deresine ulaştı. 

Şhaguaşe yakınlarında ufak Kuşı deresi kıyısında uzanan Ğuçıps’ın yaşadığı köyü buldu.

İlk sorduğu kişi de Ğuçıps’ın evini gösterdi.

Ğuçıps’ın bahçe kapısına yanaştığında, güneş oturmaya başlamış, ikindi vakti denilecek zaman girmişti.

Akpak – kır saçlı iri bir kadın kendisini karşıladı.

-Buyur, evladım!

Kadının iriliği ile kıyaslanamayacak şekilde sesi yumuşak ve gönül alıcı çıktı.

-Allah  razı olsun [3] oturmaya gelmiş misafir değilim. Ğuçıpsı (görmek) istemiştim.

-Eyvahlar olsun[4]  o zaman boşu boşuna gelmiş oluyorsun! Adam ne yazıkki evde değil, av sayvanında.

- Ne kadar da zamansız oldu! Şimdi ne yapabiliriz ki’ Ğuçıpsı görmesem hiç olmaz

- Eğer öyleyse, buyur, adam da belki bugün-yarın gelir.

-Hayır, oturmaya da buyurmaya da benim vaktim de - olanağım da yok; zor bir durum, zorluk karşısında Ğuçıpsı görmesem olmayacak.

- O zaman, bir komşu çocukla avcı sayvanına seni ulaştırtayım.

- Avcı sayvanı uzak mı?

- Çok uzak değil.

- Haydi, çabuk o zaman beni oraya götürecek bir çocuk bana buluver! diyerek delikanlı en münasibi olduğunu kabul ederek onayladı.

Komşu çocuk yayan geldi fakat misafiri atlı görünce geri dönüp atlandı.

Köyden çıktıklarında Çemguy delikanlısı yine ilginç bir şey gördü; höyük gibi, dik yamacın yanında, tepesinden  ateşle karışık duman çıkan, etrafında hummalı bir şekilde oldukça çok insanın toplandığı kara yığınlar.

-Bu da neyin nesi? diye kendisine eşlik eden delikanlıya sordu

O da; ‘- O, demir döküyorlar – eritiyorlar’ diye yanıtladı.

Çemguy delikanlısına bu ilginç geldi; ‘-Demir mi diyorsun?! Onu nasıl eritiyorlar-döküyorlar?’

Kendisine eşlik eden delikanlı; ‘O gözüken kara höyüklerin içinde kuru ağaç kütükleri tepesine kadar üst üste sıra sıra dizili.  

Her iki ağaç sırası arasında parçalanmış demir taşları-filizleri ile karışık taş kömürü dizilmiş halde. O odun yığının yanlarına iri kütükler yanyana sık bir şekilde yaslanmış üzerleri de kalın toprakla doldurulmuş.

Altında hava alacağı bir yer tepesinde ise fırınların üstünde olduğu gibi duman-ateşin çıkacağı yer var gördüğün gibi kocaman höyük adeta fırın olmuş halde.

Altından ateşe verdiler yanıyor.

Bir gün bir gece yanmaya devam edecek.

Ateş çok kuvvetli olduğunda demiri eritiyor, o da altından çıkıp yer zeminine akıyor.

Demir soğuduğunda, kesip (eritme işlemine) katılan ailelere dağıtılıyor.

- Demir taşını-filizini nereden getiriyorlar.

- Yüksek bir sırttan kopartıyorlar.

- Diğer ‘taş kömürü’ dediğin nasıl bir şey? 

- İşte, öyle bir şey de var, bir defa yanmaya başladığında kuvvetli ateşle yanıyor.

Lebejıyenin diğer tarafında Uruştenle birleştiği yerden çıkartıp getiriyorlar.

İşleri ile ilgilenen insanların arasına, yaptıklarını kontrol edercesine girmeyi uygun bulmadan bakına bakına ateş höyüklerinin yanından geçtiler.

Bir müddet aklı tutulmuşcasına, demir elde etme işlemi ilginç ve çok büyük bir iş gelmişti.

O, demirin elde edilmesinin zorluğunu da faydalarını da çok iyi biliyordu.

Bir müddet gittikten sonra yanındaki (delikanlıya); ‘- Böyle erittikleri demir iyi demir oluyor mu?’ diye sordu.

Demir, dişli bir demir oluyor. Ama demirciler ve tüfek ustları biraz kızdırıp soğutup doğru-dürüst demir halini veriyorlar.

Çemguy, aklına gelen ‘tüfek yapan ustaları da var mı?’ düşüncesini; ‘-Tüfek yapan çok ustanız var mı?’ şeklinde sordu.

-Çokları tüfek yapımıyla uğraşıyor. Her köyde var. Ama Abdzahe memleketinde namı yürümüş benim duyduğum; Betmıt Mışevost, Dzıbe Havud, Pşeneşe İsmeyl, Brante Ğujığ, Eşhamafako Şevças.Onların dışında benim bilmediğim başkaları da vardır.

Bir müddet daha gittikten sonra konuk  kendisine eşlik eden delikanlıya sordu;

Джэрз уц- Sirken otu ıspanakgiller familyasından
(latincesi Chenopodium album olan) bir bitki
-Dağ köşelerinde yaşarken barutu nereden elde ediyorsunuz?

-Barutu sahilden satın alıyorlar. Ama barut yapmasını bilenlerimiz de var.

-Neyle yapıyorlar.

-Sirken otundan[5]  

Çemguyden ‘Sirkenden!’ şeklinde bir hayret nidası duyuldu.

-Evet, o sürülmüş yerlerde yetişen sirken ayrık otundan.

-Nasıl, nasıl bir işlemle?

-Sirken otu olgunlaştığında, kırmızı püskül şeklinde (tohumlukları ile dolu olarak) başaklandığında, bu püskül kesiliyor ince tohumları büyük bakır leğenlerde kaynatılıyor. Bunu soğuttuklarında kaynattıkları suyun üstünde buz misali bir şey oluşuyor – işte o. Buna barut buzu [6] deniliyor.

Barut buzunu alıyor, barut tanecikleri kadar ufak öğütüyorlar.

Buna öğütülmüş-yumuşatılmış odun kömürü karıştırılıyor öküz derisi tuluma konuluyor. 

Öğütülmüş  barut buzu tanecikleri ile (odun) kömrü tozu birbirleri ile yiyişip barut tanecikleri oluşana kadar bu öküz derisi tulumun içinde çırpılarak karıştırılıyor.

Джэрз уц - Sirken otu tohumu
Bunun yanısıra üçüncü bir nesne daha kattıklarını söylüyorlar ama bu üçüncü kattıkları şey hakkında malumatım yok

-Peki böyle yaptıkları barut düzgün bir barut oluyormu?

-Elbette deniz aşırı (memleketlerden) getirdikleri barut gibi de olmaz ama ateş edilecek kadar oluyor.

-Senin tüfeğin var mı?

- Çok kötü olmayan bir tane var – tüfek pahallı.

- Avcılıkla meşgul oluyormusun?

Delikanlı kendisini öven bir duruma düşmekten çekinircesine; ‘- Ava çıktığım da oluyor’ diye cevap verdi.

Fakat Abdzahe delikanlısının konuştuklarından davranışlarından hepten boş olmadığını da Çemguy anladı. Misafir ‘Silahlar konusunda zorlanmıyor, avcılıkta da maharetli, her yönden yetenekli bir delikanlı’ diye karar verdi.

Oldukça gittikten sonra bir dik yamacın yanında kendisine eşlik eden delikanlı durdu.

O, yamacın zirvesine trımanan patika yolu eliyle göstererek; ‘Bu yamacı aşarsak uzakta değil.’ dedi.

Çemguy ise hayretle; ‘-Buraya atla mı tırmanacağız?’ dedi.

-Haaayır! Atla gidecek olursak yolu dolambaçlı uzunca olur. Geldiğimiz yol kadar daha kat etmemiz gerekir. Bu yamacın zirvesine yayan tırmanacağız.

- Atları ne yapacağız?

- Atları burada bırakırız değil mi.

- Çalarlarsa?

Abdzah delikanlısı Çemguyun dert ettiği şey hakkında hayrete düşmüş gözlerle baktı.

- Haayır! Öylesi bir tehlike yok. Bizim Abdzah memleketinde hırsızlık yok.

Yamaç yüksek ve oldukça dikti.

Çemguy alışkın değildi (bu yüzden yol onu) yordu.

Tabanlı mesh ayakkabılarının altı yıpranmış dolayısıyla kayganlaşmıştı en dik yerlerde kayıp maki-çalılara tutunarak elleri ile ayakları ile tırmanması gereken yerlerde çıkmıştı.

Ter boşanmış bitkinleşmiş bir şekilde nasıl olsada tırmandı.

Fakat kendisine eşlik eden delikanlı için bu yamacı aşmak sanki hiç bir şeydi ve bitkinlik namına bir şeyde hissetmemişti.

Yamacın tepesi ise gepeniş ve üzerinde kocaman orman olan bir yer çıkmıştı.

Patika üzerinden bir müddet ormanı geçtiklerinde geniş bir açıklığa[7] girdiler.   Açıklıkta yoğun bir şekilde ot yığınları vardı.

Fakat ikinci (sonraki) biçim otlarda bele kadar yetişmişlerdi.

Kayalık yamacın dik ucu açıklığın ortasına kadar uzanıyor, onun dibine uzak olmayan bir yerde bulunan sayvan gözüktü.

İki yanı dolucasına otla kapanmış büyükçe bir sayvan.

Yakınlaştıklarında sayvanda bulunan kişiye ait bazı alet edevatları da gördüler.

Sayvanın yakınında et isleme yeri vardı. Dört kazıkla (direkle) yüksekçe yapılmış, üzerinde dallardan örülmüş sergen var, onunda üzerinde kurumaya başlamış çok et var.

Sergene yağmur yağmaması içinse üzerinde otla örtülü çatı var.

Dört direğin arasındaki üç taraftaki dalla örülmüş yerlere biraz toprak sürülmüş dallar yaslanmış, onların arasında tabanın ortasında yanan büyük bir kütükten dumanlar yayılıyor.

Bir tarafta kurt ini önü gibi av hayvanı kemikleri yığılmış, yığılan kemiklerden bu yığınların çoktan yığılmaya başladığı anlaşılıyor.

Sayvanın bir yanına dallı budaklı çakılmış kütüğün budak aralarına diğer av hayvanlarının boynuzları da sıkıştırılmış şekilde asılılar.

Çemguye’nin bunlar arasında ilk defa gördüğü ise ise dağ keçisine ait kocaman yay gibi kıvrak olanıydı.

Ağaç girgenlere gerilmiş yarı kurumuş derilerde yaslanmış bir şekilde duruyorlardı.

- Guçıps gözükmüyor, ya dinleniyor ya da sayvandan ayrılmış olmalı

Sayvan’ın içine baktıklarında, kürkten bir deri örtülmüş arkası dönük bir şekilde yatan bir adam gördüler...

Çemguy delikanlısına yatan adam adeta bir dev gibi geldi.

Yatağının baş ucuna dayanmış tüfeği kadar büyük bir tüfek hiç görmemişti.

Aklına ‘bunu olağan bir insan kaldıramaz’ diye geldi.

Adamın iriliğini-kocalığını daha da belirgin olarak gösteren şey ise yanında duran saban pulluğu gibi iri ayakkabılardı. 

-Kendisine eşlik eden genç; ‘Ğuçıps!’ diye seslendi

Bunun üzerine (yatan) diğeri kımıldadığında, ilave etti. ‘-Misafir delikanlı geldi!’  

- Ne diyorsun, yavrum? –diyerek Ğuçıps doğruldu.

Misafiri, Ğuçıpsın görüntüsü, sesinin gürlüğü ürküttü, elinde olmadan bir adım geri çekildi.

Başı en iri öküzün kafası kadar büyük. Geniş alınlı, yüzlü iri burunlu. Sakal-bıyıkları kuzgini, elmacık kemiklerini de aşmış bir şekilde uzamış, gözleri burnu zorlukla seçiliyor.

Her şeyi ile iri bedenli.

Omuz (kürek) kemikleri arası bir adamın kulacı kadar.

Sesini ise ayı gürlemesine benzetmeyecekse neye benzediğini bilmiyor.

Delikanlı içinden; ‘konuşması böyle ise bir bağırsa sayvanı yıkar!’ dedi.

Ğuçıps gök gürüldemesi gibi bir sesle; ‘- Misafir mi dedin? Misafirse iyi! Otur, yavrum.’dedi.

-Hayır, Allah razı olsun.

Delikanlı neden geldiğini kim tarafından gönderildiğini; ‘Benim oturmaya dahi vaktim yok, büyük bir sorun sebebiyle Beyimiz beni sana yolladı.’ şeklinde anlattı.

- Öyleyse dahi ayakta durma otur.Ben şimdi giyeneyim. Böyle ben yatarken benimle karşılaştığın için beni ayıpsama.

O an köylerinin düştüğü zor durum sebebiyle içinde bulunduğu yürek sıkıntısı sebebiyle delikanlı adet-usul bilmez tavır sergiledi.

‘- Hayır, Allah razı olsun, oturmaya imkanım yok, Beyimize götüreceğim cevabı verecek olursan, çabucak dönmeliyim’ diye ilave etti.

Ğuçıps yüzünü buruşturdu.

Biraz oturdu, oldukça akurane bir şekilde delikanlıya bakmadan; ‘- iyi o zaman, o kadar aceleye kapılmışsan, git! Cambolet Beye de cevabı ulaşır.... 

Delikanlı ne diyeceğini bilemez şekilde donmuşcasına biraz durdu.

Habasetkarane  soğuk bir ses tonuyla; ‘- İyi ama ne cevap götüreceğim?’ diye sordu.

Ğuçıpste delikanlı ile ilgilenmeyi bırakıp, sırt üstü yatağın üst tarafına uzanıp ‘işte, o söylediğimi ona söyle; ‘Cambolet beye de cevabı ulaşır’ de.’ dedi.

Delikanlı yüreği daralmış olarak sayvandan çıktı.

Buraya gelirken yüreği ne kadar bunalmışdıysa da biraz umudu vardı.

Ğuçıps namlı kişinin övgüsü, namını işitmiş, O’nun köylerine yardım ulaştırılmasına çok güvenerek gelmişti.

Abdzahe süvarilerinin onunla birlikte ayaklanıp geleceği gibi çeşitli umutları var olarak gelmişti.

Şimdi...

Ğuçıpse güvendiği şekille Ğuçıpsın  gösterdiği şekil birbrilerine benzemiyordu.

Yüreği derin bir şekilde soğumuş olarak ‘ iyi adamları bunun gibiyse Allah kötü adamlarını göstermesin’ diye iç geçirdi.

Geri dönerken, kendine eşlik eden delikanlıylada gelişlerinde yaptıklarına benzer sohbetler yapmadı, içinde duyduğu huzursuzluğun verdiği sıkıntı ile kederli bakışlarla köye ulaştılar.

Zorlama bir şekilde, kendisine eşlik eden delikanlıya da ‘Allah razı olsunla birlikte selam verip, ondan da ayrıldı.

Gün batımına yakın saatlerde Kuşı deresini ardında bırakıp yollandı.

Köylerine bir an evvel ulaşmaktan başka muradı olmayan zavallı delikanlı umutlarını ardında bırakarak;

‘-Ğuçıpse de Abdzahya da güvenilecek gibi değil....

Geri döndüğü yerde de bir çıkış yolu yok....

Köyünü sağ-sağlam bulur mu bulmaz mı?

Köy yangıntı (yangın mucuru-kalıntısı) halini almış üzerinde dumanlar bulunur halde oraya ulaşması da sözkonusu’

Diye, sıkıntı ve gönül buruklukları içindeki alevi yeniden tutuşturmuş olarak delikanlı geri döndü. 

3

Cambolet Bey’in son bahaneleri ile nogaylardan aldığı süre – bu sabah bitiyor.

Sabahta oldu ise de, kendisi henüz bir çıkış yolu bulabilmiş değil.

Ğuçıps’ın yanına gönderdiği delikanlı da sabahleyin geri geldi.

Getirdiği havadisler biraz umutlarını kırdı birazda ümit verdi.

Ğuçıpsın gönderdiği aracı delikanlıyı karşılama şekli ile ‘Cambolet beye de cevabı ulaşır’ demesine bir anlam veremedi.

 ‘Verdiğim sözü yerine getiriyorum’ diyerek, ellerindeki bağları atarcasına herhangi umut vermeyici bir havadis yollayıp, oturup durur mu?

Yoksa bir şekilde delikanlı nasıl davranacağını bilmeden onun gönlünü kırdıysa bundan dolayı göz ardı edercesine karşılık verip bu sözleri yardım ulaştırmaya niyeti olduğunu belli etmek için söylediyse – işte bu iki şeyden hangisini seçeceğini bilemeden,  içinde bulunduğu sıkıntıya birde bu ilave oldu.

Bu arada güneşin ilk ışınları doğmaya yakın Nogay elçileride gelmiş konuk evinde oturuyorlardı.

Dördüncüsü tercüman olmak üzere üç kişi  keçe şapkalarının üstüne dikilmiş gıcır gıcır desenleri aşağıya bakarken, gözlerini şapkalarının altından eğreltip, yüzüne bakılmaz acımasız düşmanlıkla oturuyorlar

Uzun sedirde oturuyor olmalarına rağmen keçe üstünde oturmaya alışkın oldukları şekilde ayakları ile bağdaş kurmuşlar.

Kıpırdamıyorlar, bakınmıyorlar, yüzleri demirden dökülmüş gibi, bir gram ete rastlanmamacasına nihai yanıtını almak üzere bekleyerek oturuyorlar.

Üçü kendi Nogay kıyafetleri içindeler.

Abaları kalın ipek kumaştan, kuşakları Sinoptan getirilen pahalı Bukaran alaca dokumasından, gömleklerinin Astara da yapılan Bukasin beyaz keten kumaşından olduğu ise gözüken yakalarından belli.

Cambolet bu üç kişinin Nogay elit-soylularından olduğunu tahmin ediyor.

Çemguy beyinin kendisi de o sınıftan olduğundan bu üç kişinin durumunu çok iyi anlıyor; güçlerinin hakimiyetine güvenleri var, talimatlarına kimsenin karşı durmamasına alışmışlar bu yüzden kendilerine güvenen eksiksiz elit-varsıl kimseler.

Onlar insanları köleleştirmeye, insanı kullanmaya, köyleri yağmalamaya  alışmış zalimlik  ve güç, gelenekleri olmuş kimseler.

İnsan sıkıntı-tasa ve yakınmaları karşısında yüreğinde kıpırdanma dahi hissetmeyen gaddar varsıllardanlar.  

Cambolet Bey bu üçünün kendi sınıfından olduğuna karar verdi.

Kendisi ile müsavi soydan elçileri kendisi ile görüşmek üzere göndermiş olmalarından da memnun.

Kendisi ile müsavi olanlara nasıl davranıyorsa öyle davranmaya da özen gösteriyor.

Müsavi sülalerin arasında hatırdan sayılan şeyler, gelenekselleşen şeyler olduğu gibi karşılık bulmak ümidiyle, gereken saygı ve adeti göstermeye de uğraşıyor.

Fakat onlara karşı nasıl davranırsa davransın, nasıl (usulü) muhafaza ederse etsin, onlarda uygun bir şeyde bulamıyor.

Onun gösterdiği  adet ve insanlığa karşılık vermeden, yüzlerine bile baktırmadan, sohbet veya münakaşaya da mahal vermeden, suratları kabak gibi, yabancı düşmanlar başının ucunda kabarıp oturuyorlar.

Cambolet Bey’in yüreğinde kinle gücengenliğinin alevlendirdiği kızgınlığın ateşi yanıyor, fakat elinden bir şey gelmiyor; kızsa imkanı yok, saldırayım dese gücü yok.

Elinde kalan son süre, son umudu da bitti.

Elinde kalan son dayanağı onlara anlatıyor, yineliyor.

-Sizde Kırım hanına aitsiniz.

Kırım hanı ile bizim aramızda da hasımlık yok.

Mülk için, bizde kayıp verip, siz de Kırım hanının insanları olaraktan, kayıp vermenizi istemiyorum.

Mal sorun değil.

Köylüler mal vermeye razı geldiler.

Sorun olan – bizi vermekle zorunlu kıldığınız insan sayısı.

Bu kadar kız ve delikanlı almaya başlarsak, insanlar benim sözümde de durmazlar, herkes kendi kapısının önünde savaşmaya başlar.

İşte o zaman ufak-büyük, kadın-erkek, çoluk çocuk demeden hepsi elinden geldiği şekilde size saldıracak.

Böyle olduğunda köyde yok olur, bunu anlıyorum ama sizin ordunuzda büyük kayıp verir- evladı elinden alınmış insanların gücü on kat artıyor.

Bunu siz de anlıyor olmalısınız.

Başka bir açıdansa, bir çerkes köyünü böylesi zalimane şekilde yağmaladığınız haber olarak yayılırsa diğer çerkes toplumları ile siz Nogayların arasında daha büyük savaş-kargaşalık çıkar, size kin duymaya başlarlar, her iki taraf olarak pek çok köy ve insan yok olur.

Durum bu minval üzerine olduğundan, benim ricamın uygun olduğunu düşünüyorum.

Seraskerinize de bunu kavratın, şu konuda anlaşalım;  istediğiniz insanların yerine at-mal  alın.

Fakat  O’nun söyledikleri üç elçinin kulaklarına dahi girmiyor, üzerinde düşünmeye konuşmaya dahi gayret etmiyorlar, tercümana bakmadan cevaplarını umursamazcasına kısa olarak veriyorlar; ‘ Seraskerin kararını çoktan söyledik kabul edip etmeyeceğini söylesin.

Bu sabah son süresi bitiyor!...’

Tercüman o üç elçi gibi değildi.

Çerkesce yarım-yamalak konuşmasını andırır şekilde, kendisine hiç yakışmayan bir çerkeska da giyiyordu.

Koyu renkli çerkeskadan kaba cırtlak kırmızı ipek gömleğin yakaları ateş alavı misali fışkırıyordu. 

Kamasının sapı ise koca göbeğinin üzerinde dikilmiş duruyordu.

Aşınmış astragan bir kalpakta başında.

Çerkes adetlerine uyar gibi, çerkeslere karşı gönlünde soğukluk olmadığını gösterir gibi de yapıyor, onunla konuştuğu için memnun olduğunu, içine düştüğü zor durumdan bir çıkış yolu sağlamayı arzuladığını da gösteriyormuşcasına öğütkarane tavırlarda sergiliyordu.

O, elçilerin verdiği yanıta kendi sanıları çerçevesinde öğütkarane uzun sözlerinide ilave ediyordu.

- Bunlar senin söylediğin o şeyi kabul etmez.

Onların bu işe daha ziyadesi ile kalkışma sebebi Çerkes kızları.

Onlar Çerkes kızlarının fiyatını bilmiyor mu sanıyorsun.

Çerkes kızları çok pahallı.

Akmescit, Bahçesaray veya Kefe pazarlarına Çerkes kızlarını ulaştırdıklarında, en azından sekiz on bin piaster kazanç elde edeckler.

Güzel kızların fiyatı ise kırk-altmış bine kadar ulaşır.

Bir de İstanbula ulaştırılarsa fiyatları iki kat artar.

Çerkes delikanlıları da çok pahallı.

Bunun üzerinden şimdi o istedikleri yüz kız ve yüz delikanlıya karşılık gelecek sığırın hesabını sen yap.

Atın ederi ikiyüz Piaster.

Senin köyünden o kadar para edecek at-mal çıkmaz.

Bunlarda bunu çok iyi biliyorlar.

Ben Çerkeslerin arasında yetiştim, başlarına bela gelsin istemiyorum.

Köyden ikiyüz genç çıkıp köyün sağlam kalması daha iyi.

Cambolet aklına gelen, kendisine ilginç gelen  şeyi sordu;

- Sen nerelisin?

- Ben Labe (nehri) kıyısında doğdum.

Labe’nin diğer kıyısında komşumuz Mehoş köyü bulunuyordu.

Küçükken orada amelelik yaptığım da oldu.

Çerkesceyi de orada öğrendim.

Cigan aşiretindenim, sülalemiz Tohtamış.

Bu gelen orduda bizim Pşıze (Kuban) kıyısı Nogayları yoklar.

Bunlar Don nehrinin diğer yakasında bulunan Cambulak uruğundanlar.

Benim bunların arasına düşüş şeklimse; ben şimdi Kaplu’da yaşıyorum – (kaplu’yu) biliyormusun?

Pşıze (Kuban) Nogayları Seraskerinin divanının bulunduğu kasaba.

Ben orada Tercümanlık vazifesi yürütüyorum.

Cambulaklar seraskerimizden bir tercüman istediklerinde beni onlara kattı.

Cambolat Bey, onun söylediklerini dinler-dinlemez şekilde umutsuzluk içerisinde konukevinin açık kapısına bakıyordu.

 ‘Ğuçıpsın da Abdzahların da başkalarının da yardım etmesine onlar vakit bırakmadan..... ölümünün yaklaştığına kani olarak’ Bir kurtuluş çıkış yolu olmadan yok olacağına kanaat getirmiş halde – başka da dayanacağı bir dayanağı yoktu.

Onlardan bir gün daha süre kopartabilse dahi ne faydası gelirdi ki, - en silik, en çok güvenecek yakınının olmadığı döneme denk getirmişlerdi.

Öyle yapsa da böyle yapsa da köyü yok olacak, kendisi de nereye gitsin ki, onlardan başını kurtarıp ayrılsa ebedi bir utanç içinde olacak, ne yapsın, kendisi de köyü ile birlikte yok olacak... Zamanı geldi dedikleri gibi...’

Bunları söylenirken, konuk evinin karşısından üç tüfek atımı kadar mesafede hafif yamaçlık arazide bulunan büyük ormandan yayan çıkan bir karaltı gördü.

Köyden kimse çıkamaz giremezken, yalnız başına o yaynın geldiği yeri de bilmeden, yeterince hayret içinde onu beklemeye başladı.

Yayan gelen karaltı, köyün kıyısında bulunan Bey’in avlusuna yönelmiş geliyordu.

Yaya görüş mesafesine girdiğinde Camboletin aklına şunlar geldi; ‘Ya Ğuçıps ise? …. İriliği, koca yapısı anlatıldığı üzere...

Fakat Ğuçıps Bu şekilde nasıl çabuk yetişebilirdi ki?

Delikanlı O’nu ‘Dün akşam üstü, sayvanında yatarak bıraktığını’ söylüyordu.

Delikanlı atını olabildiğince yorga-yorga sürmüşken zorbela bir gecede aldığı yol kadar yolu kat edecek süratte yürüyecek bir piyade dünyaya gelmedi.

Ğuçıpste bunun dışında değil.

Peki o zaman bu yalnız yaya da kim ki?...’

Bir yayanın kat edemeyeceği kadar, bu adam karaltısının hızlı ilerlediğini Cambulat fark etti.

Yürüyüş şeklininde şimdiye kadar hiç bir yayanın yürüyüşünü andırmıyor olmasına da hayret eti.

Yalnız yaya, geldiği köye baktığı gibi, burada söz konusu olan belanın ne olduğunu hemen anladı.

Köyden duman tütmüyor, üç gündür otlağa salınmayan inaklerin böğürtüleri köyün üzerinde uğulduyor.

Köpek havlama sesleride ona eşlik ediyor.

Köyde yaşayanlarda bahçe duvarlarına dayanmış umutsuzluk-çaresizlikten şaşkınlaşmış bir şekilde Bey avlusuna önleri dönük duruyorlardı.

Beylerinin söyleyeceği şeyi bekliyorlardı.

Beyin avlusunda da çok insan toplanmıştı - avlu içi de, bahçe duvarı ardı da genç ve yaşlılarca dopdoluydu.

Aralarında konuşmuyor, ve bunun yanısıra gezinenlerde yoktu, yüzleri Beyin konuk evine dönük dururyorlardı – Onlarda telaşlı bakışlarla Beylerinin söyleyeceği şeyi bekleyip duruyorlardı.

Yaya insan kalabalığının arasından direk konuk evine yöneldi.

Önüne çıkan bir kaç baykola yürürken sordu; ‘-Cambolet Bey nerede?’

Konukevini elleri ile işaret ettiklerinde, onlarla daha fazla ilgilenmeden, direk yürüyüp konukevine girdi.

Cambolet bey içeri girene ayağa kalktı, onu karşılamaya yönelmeden dikildi.

Gelen yalnız yaya da konuk evine girdiği gibi kapının önünde durdu.

İki adam karşılıklı birbirlerine hayretengiz bakışlarla kısa bir süre baktılar.

İçeri gelen Cambolet Beye insan üstü bir şey gibi geliyor.

Sadece iriliği değil biraz salkım saçak, dal budak.

Yüzündeki suratındaki tüylerden – kıllardan koca suratı burnu zor seçiliyor - görüntüsü ise gönül alıcı.

Sırtında bulunan tüfeklik ise konukevinin tavan bağlarına deyiyor.

Koyu renk çerkeskası dizlerine varmamaca kısa, kol yenleri ise sanki yırtılmış-kopartılmışcasına dirseklerini aşmıyor.

Hazırlarının başlıkları ise siyah boynuzdan çenesine vuracak kadar yukarıya alınmışlar.

Taşıdığı kama ise koca kılıç kadar.

Yanına atılmış kılıcı ise büyüklüğü ile normal bir insan kaldıramaz gibi geliyor.

Kemerinde çakmaklı silahı ve kılıcı haricinde iki yanında asılı birer küçük deri  torbada bulunuyor.  

Adamın mesh ayakkabılarının üstünden baldırlarından, çerkeskasının eteklerinden gece yol iz demeden gelmiş olduğu, çiğin bıraktığı ıslaklıktan anlaşılıyordu.

Diğeri içinde Boletıko beyi umduğu gibi yakıştırdığı gibi değil bakımlı ve araste geldi. 

Boletıkoda iri kıyım adam nişanesindende dağınıklıktanda eser yoktu.

Smirna’dan getirilmiş ince çuhadan yeni, zümrüdi uzun çerkeska giymiş.

Kermerindeki kamalar altınsuyu yedirilmiş, ateş gibi parlıyorlar..

İrandan getirilmiş değerli astragan kalpağıda başını tamemen kaplayacak şekildeydi.

Ayağında ise kızıl sahtiyandan yapılmış mesh ayakkabısı vardı.

Kendiside fidan gibi, ince, muntazam yuvarlak sakallı ak yüzlü.

Güzel adam, fakat diğerince, o, erlik yakışmayan birazda (insanın) yüreğine sıcak gelmeyen bir yana sahipti.

Güzel yapmak için yontarken fazla yontulmuş, aşırı güzel-yumuşak kadınsı bir şeyler kazanmış gibi geliyor.

İçeriye giren adam; ‘Boletıko Cambolet sen misin?’ diye direk sordu.  

Cambolette; ‘Benim. Buyur!’ diyerek yanıtladı.

-O zaman görmem gereken sensin. Ğuçıps dedikleri benim.

-Ooo, Ğuçıps! Konuk etmek arzusu duyduğumuz ama kendisini görmediğimiz Ğuçıps! Ğuçıps Konukluğun bize uğur getirir!

Cambolet bey güzel bir dille karşıladı sonra; ‘Buyur, buyur! Şöyle geç otur!’ dedi.

Bey’in iltifatlarına nazaran Ğuçıps yüz ifadesini değiştirmedi, olduğu gibi dikbakışlı, kendisine gösterilen Beyin oturduğu yerin üst tarafındaki yere bir şey demeden gidip oturdu.

Bey tatlı dilliğini elden bırakmıyordu; ‘- Ğuçıps, seni misafir etmeyi çoktandır arzuluyordum, fakat benim beklediğim buluşma böylesi değildi.’

-Erliğin-erkekliğin gösterileceği bir buluşma ile buluştuk bundan daha iyi buluşma mı arıyorsun?!

- Evet ama, felaketten ziyade hayır üzerine biraraya gelmek daha iyi olmazmıydı...

Ğuçıps bu sözlere hiç bir şey ilave etmedi, direk gelmesine sebep olan konuyla ilgilenmeye başladı.

Ürkek garazkar bakışlarla bakan oturmakta olan Nogay elçilere göz atıp, Boletıko’ya (laf) attı

-Bunlar değil mi?

-Evet, Nogay ordusu seraskerinin elçileri.

-Peki, ne diyorlar?

Cambolet, ‘-Söylediklerini sen de dinle’ diyerek tercümana döndü; ‘hangi dava-iddia ile karşımıza dikildiklerini bir daha düzgünce söyle’ dedi.

Tercüman, Nogayların ültümatomlarını, iki gün mühlet verdiklerini, şimdi son sürenin dolduğunu, son günün geldiğini, bütün haberi, yeniden anlattı.

O (sözünü) bitirdiğinde, Ğuçıps Boletıko Beyine döndü.

‘- Peki, Boletıko beyi, (şimdi) ne yapmayı planlıyorsun?’ (diye sordu).

Vaziyetin halini, karşılarına dikilen ordunun kalabalıklığı ile kendisinin sahip olduğu gücün ne kadar olduğu anlattıktan sonra Cambolet Bey ilave etti;

- Seninkilerden, Abdzahya’dan bize yardım gelmesinden başka bir dayanağım olmamaca içinde bulunduğum hal bu.... ‘Er adam, zorda kalana yardım edendir’ derler, şimdi senin ne gibi yardımın olur söyle? Abdzahya’dan senin ardından gelecek olanlar var mı? Çabuk yetişirler mi?

Guçıpsın suratı olduğundan daha da asılmış bir halde önüne bakıp bir müddet oturdu.

Ardından sakin bir şekilde (konuşmaya) başladı;

Abdzahya’da geldiğim yerde (onları) haberdar ettim, ben kendim acele ettim, Abdzahların yapacaklarını beklemeden geldim.

Böylesi işlerde Abdzahlar aktif davranmayı gelenek edinmişlerdir, ama gelmekte gecikirler mi gecikmezler mi buna şehadet edemem.

Çok insanın biraraya gelmesi o kadar kolay (çabuk)değil.

Ben şahsen ne yapabilirim (onu da) söyleyeyim.

Yalnız başıma ordunun karşısına dikilip onları helak ederim dersem seni kandırmış olurum.

Böyle şeylerin olduğu masallarda anlatılır.

Böyle gerçek olmayan bir umutla (seni kızıştırmayayım) heyecanlandırmayayım.

Fakat bu (göğsümün üzerindeki) iki taraftaki fişekliklerde hazırlarda 16 atım (fişek) var.

Sağ tarafında asılı olan deri torbanın ağzını çözerek hazırlar içinde yer alan hazır atımlıkları göstererek; ‘ bu sağ tarafımdaki deri torbada 32 atımlık hazır var- diğer soldaki torbada ise hazırların içine konulmamışsada 32 atımlık barut-kurşun var.

Toplam da seksen atım.

Bu kadar atım içerisinde bir tanesini bile boşa atmamak konusunda seni güvendiririm.

Bu atımlıkları bitirdiğimde ise kılıcımında becerebileceklerini de ona ilave ediyorum.

Sizinde bir şeye gücünüz yetmez mi, bu koca köyden adam çıkmaz mı?!

Ğuçıps bu son sözcüklerini sert bir şekilde beye söyledi.

Daha sonr iyice kızıp, atılıp kalktı.

Konuk evinin kapısında düzgün şekilde duran baykollara, kapının ardında konuk evinin önüne yığılmışcasına toplananlara dönüp, sert bakışla, kaçınılmaz bir sertlikte, sesi her bir kişiyi bulunduğu yerde dahi ürkütürcesine, çığırdı;

- Yoksa böyle parmaklarınızı kemerlerinizin ardına sıkıştırıp bir arada dikilerek kızlarınızla çocuklarınızı götürtecek misiniz? Cesediniz üzerinden geçmeden, size güvenen ardınızdaki zavallı kadınları esarete mi göndereceksiniz?

Size, insan değil misiniz, çerkes değil misiniz, diyorum ?!

Erkek değilmisiniz, bıyığınız yok mu, başınıza şapka giymiyormusunuz?

Böyle olur mu, diyorum!

Çemguyya da artık erkek yok mu, diyorum?! (şeklinde) adeta kızmış bir koca ayı gibi konuşarak konukevinin içinde gezinen Ğuçıpsı durdurmak, sakinleştirmek imkansızdı. 

Ğuçıpsın kinayeli sözleri, hedefe isabet etmiş kurşun misali Çemguyların yüreklerine isabet etmiş, uslarını-kavrama yeteneklerini uyandırmış gibiydi.

İlk önce bir kaç kişi ile başladı,  yüzleri kararlı ifadeler aldı, geri döndürmesi imkansız şekilde bazıları Beyin avlusundan çıkmaya başladılar.

Aniden yüreklerine atılan kararlılığın gereği, bunu gerçekleştirmek üzerine yollanmışcasına köye dağılmaya bağladılar.

Ardından avluda bulunanlarda bahçe duvarı ardında bekleyenlerde hareketlendiler.

Aralarından iki kişi dahi birbiri ile konuşmadan, hepsi de birbirinin hissini bilirmişcesine yüzlerini, o, erlere mahsus kararlılık duygusu kaplamış olarak Beyin avlusunu terk edip, köye dağıldılar.

Beyin avlusu boşaldı. Geride kalanlar sadece baykolları, beyin ihtiyaçlarını gidermek için çalışanlardı.

Ğuçıpsın söylediklerini duyduklarında, onun insanları ateşlendirdiğini, iyi bir şeyler olmayacağını anlayan Nogay elçileri Bey’e de başka bir şeye de bakmadan ayrıldılar.

Hemen ardından köyde büyük bir hareketlilik başladı.

Beylerinin söyleyeceklerini dinlemek üzere atıl bir şekilde bekleyen köy dirileşti, beyi de önemsemeden, kendi başlarınca savaşa hazırlanmaya başladılar.

Atı eyeri olan  donanıyor, silahı olan silahlanıyor, atımlık barutlar hazırlıyorlar, birbirlerine veriyor-paylaşıyorlar, komşular birbirlerinde silah bulmak ümüdiyle koşuşuyorlar.

Tüfeği silahı olmayanlar, eski kılıçları, teberleri, harbeleri ele alıyor bileyi taşına vuruyor sivrileştiriyorlar.

Yarısıda yay ve oklarını uyduruyor kirişini farelerin yedikleri ise at kuyruğu kıllarından yeni kirişler atıyorlar.

Hiç silahı olmayan zavallı işçi kölelerde dişli yabaları hazırlıyor, baltalarını siliyorlar.  

Kadınlarda telaş içerisinde az-buz ev eşyalarını saklıyorlar-  Nogayların, yayla ateş atıp evleri yaktıklarını biliyorlar (bu yüzden), ev yansa bile eşyalar kalır diyerek üst üste yığılı tezeklerin içine (eşyaları) koyuyorlar, bahçede yetişmiş ketenlerin arasına saklıyorlar....

4

Serasker, Nogay ordusu komutanı, sadece gömlekli (o da) kemersiz[8], sayvanında kalmık çayı içip oturuyordu.

Geliş sebebinin sonuçlanmamış olmasına tasalanarak suratı çok asık.

Er suretinden uzak göbekli, iki yanağı fırlarcasına şişmiş bir şekilde, suratı gerilmiş gibi, gözleri  ( adeta kısılmış) bakamıyor (bile)

Bıyık ve geniş çenesinde bulunan siyah seyrek kıllar yabanice dikelmişler.

Bağdaş kurmuş üzerine sert yün yastıklar konulmuş halının üstünde oturuyor.

Hoşnutsuzca çayı yudumluyor, bırakıyor, pinekler gibi, yüzü sarkık oturuyor.

Bazen de sayvanın dışına kulak kabartıyor.

Seraskerin yüreği bunaltılı.

İki genç kadın çayına aperatif yiyecekleri değiştiriyorlar.

Onlar sayvanın arkasındaki perde örtülü kapıdan giriyor-çıkıyor hizmet ediyorlar.

Güzelceler, iyi fiziğe sahipler, alaca-bulaca  gıcır-gıcır kıyafetliler, yanakları allıkla boyalı, dar gözlerini daha da uzun gösterir şekilde gözlerine-kaşlarına sürme çekilmiş.

Fakat serasker onlara da bakmıyor, hoşnutsuzca nazar dahi etmiyor.

Bu yüzden diğerleri de ona kızgınlar.

Seraskerin yakın bir zamanda eline çerkes kızları geçeceğini umuyor olmasından haberdar olmamaları mümkün mü, haberdarlar,  bu yüzden kendilerine nazar dahi etmemesini  buna bağlıyor, yürekleri daralıyor, kırgınlıktan dudakları sarkmış bir şekilde onlarda kötü nazarlarla kaş altından bakıyorlar.

Fakat bu sıkıntılarını ona söylemekten ölürcesine çekiniyorlar – vuneutlar, kendilerine nasıl davransa da ona itaat etmeme hakkına sahip değiller.

Sayvanın dışından erkek sesleri duyuldu.

Seraskerin pineklemesi duruldu, birden kendine geldi.

Onları bekleyerek önünü kapıya döndü.

Beklediği üç elçi yanlarında tercüman olmadan sayvana girdiler.

Boletıko’nun konuk evinde kendilerini suskun gösteren o üç kişi, şimdi korkmuş, günleri telaşlanmış, ağızlarından avuç dolusu söz dökülerek haberleri seraskere anlattılar.

Serasker ‘Ben dememişmiydim’ diye, Sanki duyduğu haber onu yerinden fırlatmışcasına, diklendi.

Diğer kapıya doğru seslendi; ‘Beni çabuk giyindirin!’ sonra bunlara doğru dönüp, sözüne devam etti; ‘ Ne yazıkki ben bunu tahmin etmiştim! Bütün suç Batmırzenin, (güya) akıllı ya hazırlanmaları için mühlet verdi’

Üçü ise Uruğlarının önderi olan adam –Batmırze’den değer vermez bir şekilde bahsetmesi üzerine ürkerek pustular.

Batmırze – o hoş karşılamaz!

Cambulak uruğunun kaymakamı da Batmırzenin buyruğunu dinlemesi gerekir.

Batmırzenin ordusunun flaması da ayrıyetten taşınıyor, Flaması da en büyük flama olarak aralarında belli oluyor.

Cambulak uruğu içerisinde en büyük aşiretin başı o.

Bu şekilde değer vermez bir şekilde ondan bahsetmek!...

Fakat asker adam olan Serasker kızmıştı da, söylediğinin ne anlama geldiğine dikkat etmiyor, sözcüklerinden ürktükleri içi bu üç kişinin pustuğunu fark etmemişti. 

Aceleyle giyindi; ‘haydi o yaşlı bunağın yanına gidelim!’ diyerek çıktı.

Batmırzenin flaması daha ayrı duruyordu, sayvanının önünde de kapısında da flaması duruyordu.

Serasker kızgınlıkla yollandığı için direk Batmırzenin yanına girmek istediğinde kapısının önünde duran mızraklı muhafızlar mızraklarına davranıp onu durdurdular.

Batmırzenin huzuruna girmek için gereken usulü, bu durum seraskere hatırlattı, memnuniyetsizce hıhladı, fakat bir şey demeden, adet olduğu üzere korumalara;

 ‘- Batmırzeye Serasker ve üç elçi huzuruna girmek istiyor de’ dedi.

Batmırzenin huzuruna girdiğinde de Serasker hatalı davrandı – selam – temellaha bakmadan gönül kırıcı çığırma ile (söze) başladı;

- Ben söylememişmiydim,  Çemguy beyi şimdi savaşmaya hazırlanıyor.

Mühlet vermeseydin şimdi köyü yağmalıyorduk

Batmırzenin sayvanı daha muntazam, daha da varsılca tanzim edilmiş.

Serili halı, solgunlukdan eser olmamacasına yepyeni, alaca gösterişli desenli.

Etrafında yuvarlak şekilde konulmuş yapağı minderler göze batarcasına sırma – ipek işliler.

Batmırze ise erken kalkmış sabah yapılması gerekenleri (çoktan) halletmiş – yalnız başına sanki minik bir Buda putu gibi bacaklarını bağdaş kurmuş kendi kendine oturuyordu.

İpek abası ise tamamen doreli güzel bir alacaydı.

Ama kendisi yaşlılıktan büzülmüş ufacıktı.

Keçi sakalı gibi, inceden fırlak sakalıda, geniş eneğindeki yumuşak tüysü sarkık sakallarıda kına ile aşırı sarartılmış.

Suratı ise gözce-burunca eğri-büğrü, buruşmuş-solmuş elma gibi, bakılası değil.    

Fakat bu bakılası değilliği ile örtüşmeyen şekilde, özgüveni belirgin olarak kendini büyükseyip oturuyor, devmişcesine bakıyor, konuşmasınada değer verircesine yavaş yavaş, kese-kese konuşuyor.

Zorla (isteksizce) bakarak; ‘Serasker, insanlığını da, saygını da kaybettirecek ne oldu’ diye laf sokuşturdu.

O sokuşturduğu-attığı lafta Seraskere ağır bir taş gibi denk geldi – Kendini toparladı, sağ elini göğsüne koyarak saygı belirteci olarak belini büktü.

Daha sonra Batmırze; ‘-Oturun, olan havadisi söyleyin’ dedi.

Suratını kaldırmadan haberleri dinledi, kısaca talimat verdi;

-Ordu komutanlarını topla

Çabucak toplanan ordu komutanlarının huzurunda üç elçi gördükleri ve duyduklarını anlattılar.

Daha sonra Seraskere yapılmasını gerekli gördüğü şeyleri anlattırdı.

Bunlar hakkında ordu komutanlarına sorular sordu.

Hiç kimsenin konuşmasına müdahil olmadı, herkesin doğru gördüğü şeyi engel olmadan anlattırdı.

Oturanlar sözlerini bitirdiklerinde, kendisi bir müddet düşündü, daha sonra sakin bir şekilde (söze) başladı;

- Sadece savaşmak, yağmalamak amacı dışında bu konu üzerinde başka açılardan da düşünülmesi gerekenler var.

Buraya yollandığımızda ben de, kaymakam da, birkaç çerkes beyinden, bize eşlik eden büyük ordunun salacağı korku ile haraç almak niyetindeydik.

Yoksa Çerkeslerle savaşmak niyetimiz yoktu.

Çünkü Kırım Hanı da –Rusya sorunu varken, (onlara)  büyük bir savaş açmayı istemiyor.

Şimdi Seraskerin demesi gibi, Bu Boletıko’nun köyünü yağmalamaya karar verirsek, (bunun) ardından olacaklara bakalım.

Öncelikli olarak bunun ardından Çerkesler ve Nogaylar arasında bitmez-tükenmez savaş-yağma  başlayacak.

 (Bu da,) bu dönem Kırım Han’ının hiç istemediği bir şey.

Kırım Hanının memnuniyetsizliğini umursamadan, köyü yağmalamaya yemeye başlarsak ardından olabileceklere de bakalım.

O bahsedilen Ğuçıpsın havadisini duydum ve vakıfım – O dediğini gerçekleştirir.

Bunun yanısıra sözünü edip, saydığı  o (kurşun) atımlığını, rasgele de atmayacak, bakına bakına vuracak – kurşunları ile aramızdaki komutanları, yöneticileri seçe-seçe vuracak. 

O telaşesiz-paniksiz davranacak, ateş ederken tüfeğinden çıkan kurşunun aramızdan alacağı adam, ordunun yarısına bedel olacak.

Onun kışkırtacağı başka tüfekçilerde o köyden çıkabilir.

Şimdi bana siz söyleyin; Ülkemizdeki en elit sülalerden insanlar ölürlerse bu köyde bu değerde ganimet bulabilecekmiyiz? Evet savaşta insan ölmesi doğal.

Ama ordunun yöneticileri ortadan kalkarsa, ordunun başına gelebilecekleri de siz biliyorsunuz.

Batmırze konuşmasını oturanların içinden bir şeyler söyleyecek olan çıkarmı diye bekliyormuşcasına durdurdu, yüzünü önüne eğip bir müddet oturdu.

Fakat kimse cevap vermeyince, kendi kararını beyan etti.

- Bu yüzden, kaymakamın namına da kendi adıma da bu konu hakkındaki düşüncem şu;  ne kadar at-sığır sürüsü tuttuysak önümüze katalım, çabucak (buradan) ayrılalım.

... Diğer tarafta, Boletıko beyinin köyünde Batmırzenin sayvanında söylenenleri bilmediler, duymadılar.

Köy ahalisi düşmanı karşılamak üzere, tüfekçiler köy kenarındaki bahçe avlularına dağılıp diğerleri ile mevkilenmiş düşmanı bekler vaziyette duruyorlardı.

Böyle bakarlarken, koca Nogay ordusunun hızlı bir şekilde geri çekilip ayrılması onlarda büyük hayret uyandırmıştı.

ÇERAŞE Tembot
Çeviri; AÇUMIJ Hilmi




[1] Burada Çerkesce ile sanatsal bir anlatım söz konusu, Çerkesce’de Nef kelimesi aydınlık – ışık anlamına gelirken, insanların ismi ile birlikte kullanıldığında beyim, haşmetlim, sayın, yüce, ulu sıfatlarından birine dönüşür. Örneğin İnal Nef; Yüce İnal – Ulu İnal’da olduğu gibi. Aristokratların ismini tamlayan sıfat olarak ta kullanılır.
Хъыдыжъы чапэр зэлъыогъэнэф.
Hıdıc yamacını (sen) aydınlatıyorsun.
Halkın bestelediği bu satırların ilkinde Nef kelimesi ‘aydınlık’ olarak ele alınıyor. İkinci satır da ise;
Дотэ нэфыр бгъэукIытэжьыгъ, Хьэсэсэ дах
Sayın Dote’yi de utandırdın, güzel Hesas’ denilerek ‘Sayın Dote’nin ‘sayın’ olmadığı ima ediliyor. Bu satırların Türkçeye çevirisini yapmak için sadece kelimelerin anlamını bilmek yeterli değil bu satırları oluşturan halkın şairliği kadar Türkçe’de de şairlik yetisine sahip olmak gerekir.

[2] Türkçede tüm huş ağaçları (benim bildiğim kadarıyla) tek isimle anılır çerkescede ise пхъэфы, пчэи, сыиф gibi farklı isimleri vardır, yazar bunlardan пхъэф ağacından bahsediyor, çeviride sadece huş ağacı demekle yetindim

[3] Тхьауегъэун, сыщысын хьакIэп. Cümlesinde yer alan Тхьауегъэун kelimesinin bire bir türkçe de karşılığı yok. Bu deyim bir konuta davet edildiğinizde ‘eğer misafir olmayacaksanız,’ misafir olduğunuzda dile getireceğiniz, evsahibinin iyi halini arzuladığınızı belirten temennilerin hepsini kapsar bir sözcüktür. Anlamı-açılımı ‘Allah size konut-yuva kılsın’ iyi hal temennisidir. Kısaca konuk olmayacağınızı da teyit eden bir dua sözüdür. Türkçede  (benim bildiğim kadarıyla) bu anlama en yakın manayı ‘Allah razı olsun’ genel temennisi karşılar

[4] Тхьэр къысауи, ухьаолыягъэ гущэу мэхъуба ащы-гъум! Cümlesinde yer alan Тхьэр къысауи deyiminin birebir kelimesel karşılığı ‘Allah (bana) vurdu-çarptı’ olup, ‘eyvah ki ne eyvah, eyvahlar olsun’  türkçe deyimlerinin yüklendiği anlama  yakın bir mana ihtiva eder, bu yüzden bire bir ‘Allah çarpsın ki’ gibi ilk anda çerkesce deyime daha yakın gözüken fakat anlamsal olarak uzak olan bir türkçe deyim kullanmadım.

[5]Джэрз уцыр ары’ cümlesinde yer alan  Джэрз уц- Sirken otu ıspanakgiller familyasından (latincesi Chenopodium album olan) bir bitkidir. Ispanakgiller ailesinden pek çok bitki olmasına rağmen Çerkesler  bu aileden bu bitkinin yapraklarını (Türklerin de yaptığı gibi) ıspanak yemeği benzeri bir yemek yapımında kullanırlar. Slavyanların yeşil borş yapımında kullandıkları Şavel ve ıspanağın kendisi de dahil olmak üzere tüm bu bitki ailesi çerkescede шыгъэшIу уцхэр – şığeş’u vutsher olarak anılır.
 Bu kelimenim  açılımını ise birebir türkçeye ‘At  için iyi ot – ata iyi (gelen) ot -  atı memnun edici ot’’ şeklinde aktarmak mümkündür.
Kısaca atlar içinde bu bitki ailesine önem verirler, atı iyi beslediğini düşünürlerdi. Ispanak ailesinin minerallerce zengin olduğu besleyiciliği ise her birimizin malumudur. Şavel ve Ispanak bu bitki ailesinin kışında yeşil olan bitkilerindenken Джэрз yazın yeşildir, kışın yeşilliğini korumaz.
Bitkiden yemek yapılıyor olması yanısıra karabarut üretiminde de kullanılması hasebiyle tarlalarda ‘gelecek yılda bitkinin çıkmasını-yetişmesini sağlamak için’ başak-püskül vermesine müsaade edilir, ekin-bahçe bitkileri arasında yetişen diğer yabani otlardan ayrı muamele görürdü. Türkler bu bitkiyi karabarut yapımında kullanmazlarken ıspanak yemeği benzeri bir yemek yapımında kullanırlar.

[6]Ащ гын мылыкIэ еджэх.’ Cümlesinde yer alan гын мыл kelimesi-tamlamasının, bu işlemi Türkler yapmıyor olmasından kaynaklanarak Türkçede tam karşılığı-anlamı yoktur.  Bu yüzden ‘barut donmuşu, barut  buzu’ veya belki  ‘barut kaymağı’ diye çevirmekte mümkündür.

[7]Гъэхъунэшхо горэм ихьагъэх’ ifadesinde yer alan гъэхъунэ kelimesi, etrafında bulunan araziden ayırt edici farkı olan araziyi anlatır.
Örneğin хыгъэхъунэ dediğimizde denizin içerisindeki deniz olmayan yer yani ada anlaşılır мэз гъэхъунэ ise ormanın içerisinde-orman olmayan (ağaçların bulunmadığı) yer için kullanılır.
 Bu ifadenin türkçedeki tam karşılığını bulamadığımdan ‘orman açıklığı’ şeklinde çevirdim. Aslında ‘göze’ kelimesine yakın bir anlamı var olmakla birlikte türkçede göze kelimesinin algılanılan ilk anlamı ‘pınar gözesi’ tamlamasındaki ‘göze’ kelimesinin yüklendiği anlamdır. Bu yüzden metinde kelimeye ‘göze’ olarak yer verilmedi.

[8]Сираскирыр, нэгъоидзэм ипащэ, джэнэкIыпцIэ бгынтIэу пчэдыжь къалмэкъщаим ешъоу ипщыпIэ исыгъ.’ Cümlesinde Çerkesce ve çerkes kültürü ile Türkçe ve türk kültürünün uyuşmayan bir başka ilginç yönü dikkat çekiyor.
 Çerkescede kıyafetlerin- giysilerin eksik olmasını aksesuarların eksikliğini ifade eden kelimeler vardır.
Bu kelimelerin var oluşu kültürde bu eksikliklerin hoş görülmemesi ve dikkat çekmesi ile de alakalıdır. Örneğin bu cümlede yer alan джэнэкIыпцIэ kelimesi üzerinde ceketi veya kaftanı olmayan gömleği ifade eder, bu kelime ‘yalnızca gömlekli olmak – yalnız başına bir gömlek’ gibi açıklama ile Türkçeye çevrilebilir.
 Aynı cümle içerisindeki бгынтIэ kelimesi ise kemerin, kayışın, kuşağın takılı olmamasını ifade eder.
Yani kıyafeti tamamlayan aksesuarların eksikliklerini anlatan kelimeler dikkat çekicidir, hatta tamamen kıyafetin bir parçasının yok olduğu dahi çerkescede ifade edilebilir, örneğin Şhaptse kelimesi ‘başı açık, örtüsüz şapkasız’ anlamına gelir.
Bir benzeri ise ayakkabısız-çorapsız olunan,  ayağın çıplak olduğu durumu anlatan Tlapse kelimesidir.  Bunlar türkçe kelimelerde yavan bir şekilde -sız ekiyle bu anlamları taşımadan da ktarılabilirler. ‘Şapkasız’ gibi. Dikkatinizi burada kadınlar için «шъхьапцIэ = başı açık» ve herkes için «лъапцIэ =yalınayak» kelimelerinin aynı karşılıkla Türkçe’de geliştiğine çekmek istiyorum.
 Yani (kadının) baş açıklığı ve yalınayaklık  türk kültüründe de hoş karşılanmazlıkla yer aldığı için bu kelimeler gelişmiş olabilir.
Çerkesce de ise sadece yalınayaklık, başı açıklık değil, kemersizlik, yalnızca gömlekli olmak, yalnızca ceket giyilmesi, başka giysilerin eksikli gedikli giyilmesi hakkında da kelimeler gelişmiştir.